Bağımsız Büro Sendikası

Sadece Üyesine Bağlı Bağımsız Sendika

BAĞIMSIZ BÜRO SEN ATATÜRK
ATATÜRK & BAĞIMSIZ BÜRO SEN
Konfederasyondan Haber

BASK ENGELLİLER HAFTASI ETKİNLİKLERİ: ENGELLİLERE KARŞI TUTUMLARIMIZ NE ZAMAN VE NASIL OLUŞUYOR?

BASK bask-engelliler-haftasi-etkinlikleri-engellilere-karsi-tutumlarimiz-ne-zaman-ve-nasil-olusuyor

  Görüntülenme Sayısı: 3336

ENGELLİLERLE İLGİLİ TERMİNOLOJİMİZ

Konfederasyonumuza bağlı Bağımsız Yapı-İmar Sen tarafından 2007 yılında yürütülen “SUÇLU DEĞİL, ENGELLİ” Projesi kapsamında gerçekleştirilen 8 ayrı farkındalık konferansından Ankara’da 25/04/2007 tarihinde yapılan açılış konferansında Proje Danışmanı ve akademik uzmanı  Sayın Prof. Dr. Ayşegül Ataman’ın geniş  kapsamlı konuşmasının “Engellilerle İlgili Terminolojimiz”, “Engelliliğin Sınıflandırılması” ve “Engellilere Karşı Tutumlarımız”  başlıklı bölümlerini, Hocamıza  saygılarımızla aşağıda sunuyoruz:

Prof. Dr. Ayşegül Ataman (Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölüm Başkanı-Proje Danışmanı):

Fark ettiyseniz konuşurken kimi zaman yetersizlik dedim, kimi zaman zedelenme dedim, kimi zaman engel dedim. Şimdi bu üç terim çok önemli, alanı belirleme açısından önemli. Zedelenme dediğimiz zaman bireyin doğum öncesi, doğum anı ve doğum sonrası –biraz önce söylediğimiz- çeşitli etmenler sonucu organlarının işlevlerini yerine getirmesinde, görevlerini yapmasında etkili olan bir zorlanma halidir. Örneğin:anne olmak için micro-injection kullanan hanımların büyük bir kısmı erken doğum ya da çoklu doğum yapıyor ve çocuk anne karnında yeterince gelişmiyor. Gelişimini tamamlaması için Kuvezlere konuyor bu çocuklar.

Biliyorsunuz, eğer küvez içerisindeki oksijen ve ışık iyi ayarlanmazsa bu erken doğan yada doğum ağırlığı düşük olan bu bebeklerin retina yanması nedeniyle  görme engelli olma olasılığı oldukça yüksektir. Bu durumun onarılması ise imkansız.

Eğer böyle bir şey söz konusu olursa bir uzman bulmanız ve çocuğun gözlerini korumanız gerekiyor. Yetersizlik, burada da gördüğünüz gibi zihinsel, fiziksel davranışlar ya da duyu organlarının yukarıda açıkladığımız zedelenme sonucu tüm ya da kısmen işlevlerinde gözlenebilir kayıpların ortaya çıkması halidir. Yani bireyin gözleri zedelendi, yeteri kadar göremiyor, görme yetersizliği var.

Eğer ben görme yetersizliği olan arkadaşa görme yetersizliğine göre gerekli ortam düzenlemesi yaparsam, görme yetersizliği olan birisi olarak kalır. Ama ben hiçbir şeyi düzenlemezsen o zaman engelli hale gelir.

Hani istemem ya, inerken ayağınıza bir şey oldu kırıldı, alçılı gezmeniz gerekiyor, tekerlekli sandalye ya da koltuk değneğiyle. Yürümeniz sizin yetersiz oldu, eğer rampa yoksa, eğer size uygun tuvalet yoksa –engelli tuvaleti- istediğiniz yere istediğiniz biçimde gidemiyorsanız, siz artık engelli olursunuz.

Eğer kurumunuzda rampa varsa, tuvalet varsa, gerekli düzenleme yapılırsa siz yalnızca yetersizliği olan bir kişisiniz, üstelik geçici yetersizliği olan birisi. Buradaki kritik noktayı yakaladığınızı  umuyorum. Demek ki hepimiz yetersizliğe uğrayabiliriz, bazılarımız çevre düzenlemeleri yapılmadığı taktirde engelli, bazılarımız ise, çevre düzenlemeleri yapıldığı için yetersizlikten etkilenmiş olarak kalırız.

ENGELLİLİĞİN SINIFLANDIRILMASI

Engelliliği nasıl sınıflandırıyoruz?

Artık pek fazla sınıflandırma yapmıyoruz ama anlaşabilirliğini sağlamak için kabaca şöyle bir sınıflandırma yapıyoruz:

Zihinsel gelişimde farklılıkları olanlar diyoruz, yani zihinsel engelliler,

İletişim becerilerinde farklılıklar olanlar, yani öğrenme yetersizliği, konuşma ve dil bozukluklar olanlar,

Duyu organlarındaki farklılıkları olanlar, yani görme ve işitme yetersizliği olanlar,

Fiziksel farklılıkları olanlar, yani ortopedik engelliler.

Farkındalığımızı sağlayan temel unsurlardan biri farklılıktır.

Hepimiz birbirimize benziyor muyuz ya da benzer miyiz? Mümkün değil.

Sizlere sorayım. Benzerliklerimiz hangi alanda, hangi anlamda benzeriz birbirimize?

Üç aşağı beş yukarı, çoğunluk birbirine benziyor, çoğunluk birbirine benzerlerden oluşuyor.

Bir toplumda zaten nüfusun % 68’i birbirine benzer,  standart sapmayla birbirine benzer. Örneğin 7 yaşındaki erkek çocuklarının boyları hemen hemen birbiriyle aynıdır. Onun için toplumu düzenleyenler, kuralları ve düzenlemeleri bu % 68’i dikkate alarak yaparlar.

Ama % 68’in dışında kalan büyük bir grup var, onlar ne olacak? Yakalayan yakalar, yakalayamayana yapacağımız bir şey yok. 

Demek ki eğer benim yaşımdaki bütün kadınların saçı beyazken ben saçımı sarı yaparsam çoğunluktan farklı oluyorum, bu farklılık bir yetersizlik oluşturmuyor. Boyum, pigmelerin olduğu bir topluma göre çok uzun, orada da bir yetersizlik oluşturmuyor. Onun için çoğunluk ve bunun farklılığı üzerinde durmamız gerekiyor.

Biz çoğunluğa göre mi gideceğiz yoksa toplumun tümüne göre mi gideceğiz?

Çoğunluğa göre gidecek olursak normal dağılımın % 13 sağ tarafında ve % 13 sol tarafında kalan ihmal ettiğimiz İki grup var.  % 13 solda olanlar, her konuda bayağı destek isteyenler,  % 13 sağda olanlar ise kendi başlarına belki uçabilecek kişiler.( Üstün zekalılar)

Toplum olarak bizim % 68’e değil, % 100’e ulaşmamız gerekiyor. Düşünün beş parmağınız birbirine eşit olsaydı bir şey kavrayabilir miydiniz? Zorlanırsınız.

Toplum da aynı beş parmak gibidir, farklı özellikler bir arada olmalıdır. Ama siz bütün gayreti tek parmağınıza verirseniz, yalnızca onunla ilgilenirseniz, geriye kalan dört parmak “Bana da, bana da”  der.

Engellilere karşı tutumlarımızın böyle olduğunu söyleyebiliriz. Biz bütün kuralları, bütün düzenlemeleri % 68’e göre yapmışız, onun dışında kalanları dikkate almamışız.

Çok değil, bir miktar dikkat var ortada, “Ben senin için okul açarım, ben sana hizmet veririm, sen orada dur”. Bunu ayırdık, evine koyduk, onu da ayırdık, evine koyduk. Kalan üç parmak artık iş yapar mı? Yapamayacağı için de toplum eksik kalır. O zaman engellilere sunduğumuz hizmetler de toplumun tümüyle eşit olmalıdır.

 

ENGELLİLERE KARŞI TUTUMLARIMIZ

Engellilere karşı tutumlarımız ne?

Tutumlarımız dört yaşında oluşmaya başlıyor.

Hani bazıları “değiştim” diyor ya, “On sene önce öyleydim ama değiştim”. Hayır baylar ve bayanlar, insanın kişiliği değişmez, sadece altı yaşına kadar temel özellikleri gelişir. Bu yaştan sonra alınan eğitimle görüşlerimiz değişir. Görüşlerimiz değişir, kişiliğimiz değişmez.

Bu kişilik özelliklerimizden bazıları engelliye karşı tutumlarımızdır. Dört yaşa kadar çocuklar engellilere karşı herhangi bir şekilde, uygun olmayan bir davranış geliştirmiyorlar.

Dört yaştan itibaren engellilere karşı algılamada sınırlılıklar gelişmeye başlıyor. Neye dayalı olarak? Anne babaların engelliye karşı tutumlarına dayalı olarak.

Şimdi bizim tutumlarımız nasıl değişir? Siz deseniz ki “Kızım sizin gibi olsun, hoca olsun, konuşsun, lafını esirgemesin, çok hoşuma gitti”, olmaz. Ben sizin evin içinde değilim, ben onun annesi değilim.

Çocuğun kişiliği, anne ve babasından öykünerek yani taklit ederek gelişir. Eğer anne köpekten korkuyorsa çocukları da köpekten korkar. Baba sebze sevmiyorsa, çocuk da sevmez.

Önceki gün bir ahbapla beraberdik, damadı kediden, köpekten korkarmış, annesi onu yaramazlık yaptığı zaman böyle kocaman bir pamuk paketiyle korkuturmuş. O da korku genellemesi yapmış, tüylü olan bütün hayvanlardan korkuyormuş. Kocaman, mimar, evli barklı adam, oğlu var. Oğlu 4 yaşına kadar köpeklerle haşir neşir olmuş, anneannenin ifadesi. Şimdi beş yaşında ve köpeklerden korkuyormuş. Babası korkuyor, çocuk onu taklit ediyor. Demek ki hayvan korkusu, öğrenilmiş bir davranıştır. Eğer siz korkuyorsanız çocuğunuz da korkacaktır, eğer siz domates yemiyorsanız oğlunuz da yemeyecektir.

Bana gelir anneler;

-          Hocam, çocuk çok yemek seçiyor.

-          Peki baba da seçiyor mu?

-          Seçer de, biliyor kötü bir şey olduğunu, çocuk seçmesin diye sebze yemeklerini yiyormuş gibi yapıyor.

-          Peki tabağa yemek konulduğunda yüzü ne şekil alıyor babanın? diye sorarım.

-          Biraz bozuluyor, çatalı da ağzına götürüp getiriyor,

-          Suratı ne şekil alıyor babanın?

-          Suratı asılıyor tabii.

-          Peki çocuk ne yapıyor?

-          O da babasının yaptıklarının aynısını yapıyor.

Eğer çocuğunuz yemek seçiyorsa kökü size dayanıyor. Dört yaştan itibaren engellilere karşı tutumlarımızın kökeni ailede yatıyor. Demek ki tutumlarımızın kökeninde anne babalarımızın bireylere karşı gösterdikleri tutumlar birinci planda. Nereye kadar? Altı yaşa kadar.

Demek ki bizim tutumlarımız, kişiliğimiz 6 yaşına kadar gelişir. 6 yaşından sonra temel özelliklerimizde değişme olmaz. Altı yaşına kadar mızmız olan çocuk, yetmiş yaşında da mızmızdır ama mızmızlığın şekli değişir.

Altı yaştan sonra, ilköğretimdeki çocuklar, bedensel engellileri pek kabul etmiyorlar. Neden? Koşturamadıkları için, oynayamadıkları için ama bu konuda okul öncesinden yetiştirilecek olurlarsa böyle bir sorun kalmıyor.

Şöyle bir örnek vereyim. Yurtdışından dönüp gelen öğretim elemanlarımız oldu, birinin de üç yaşında oğlu var, orada da yuvaya gitmiş. Konuşuyorduk ufaklıkla ilgili, “Hocam” dedi “Geçen sene yuvaya, çocuğu almaya gittik, baktık ki çocuk işaret dili ile bir şeyler anlatmaya çalışıyor”. Sorduk, ne var, diye. Birisi geldi, “Adın ne?”, “Birlikte oynayalım mı?”, “Yemek yiyelim mi” “Dışarı çıkalım mı?” gibi bazı  işaret dili temel iletişim bilgilerini öğretiyor çocuklara. Aradan bir hafta geçtikten sonra sınıfa işitme engelli bir çocuk gelmiş. Ama çocuklar onunla nasıl iletişim kuracaklarını öğrenmişlerdi bile. Farkı görün. Eğer bir guruba engelli biri gelecekse, o guruba önce onun özellikleri konusunda bilgi ve pratik eğitim veriliyor.

Hiçbirinize engelli kişilerle nasıl çalışılır, diye bilgi verilmedi. Engelli arkadaşlarımız geldiler ve siz onları aniden koridorlarda gördünüz ve hepiniz aynı ortamı paylaşıyorsunuz. Ama birlikte yaşamıyorsunuz. Sadece ortamı paylaşıyorsunuz. Ortam paylaşmakla birlikte yaşamak farklı şeylerdir.

Demek ki bizim engellilere karşı tutumumuzun altında yatan ilk şey, iletişim yetersizliği. Biz onların ne olduğunu bilmiyoruz, onlarla bir etkileşimimiz yok.

Öğretmenler engelli konusunda yaşantı sağlayan temel öğelerdendir. Eğer öğretmen HIV virüsü taşıyan çocuğa verilen tepkiler ve olumsuz tutum içerisindeyse, o öğretmenin sizin çocuğunuza aktarabileceği hiçbir yaşantı yoktur.

Neden böyleyiz? Ortak yaşantımız yok ve biz engellilerin kim olduğunu ve özelliklerini bilmiyoruz.

Ortaöğretimde, yetersizlikten etkilenme oranı arttıkça kabulün düştüğünü görüyoruz. Yani az gören birisine ya da hafif işitme engeli olan birisine gösterdiğiniz tepkilerle, ağır derecede işitme ya da görme engeli olanlara gösterdiğimiz tepkiler ortaöğretimde farklılaşmaya başlıyor. Daha az tercih ediliyorlar ve eğer öğretmenlerin engelliler konusunda yaşantı ve bilgi eksiği var ve çocuklara bu yönde gerekli desteği vermiyorlarsa bunun daha çok katmerlendiğini görüyorsunuz.

Hatırlarsınız, birkaç sene oldu, hani Ege Bölgesi’nde bir tane AIDSli çocuk vardı da sınıfa almak istemediler, doktorların açıklamasına rağmen. Bütün mahalleli geldi gitti, pencereden çocuğa baktı, sanki hayvanat bahçesinde ilk kez gördüğü türden bir hayvana bakar gibi. Çocuğu okulda istemediler, televizyonlara çıktılar, gövde gösterisinde bulundular. Bu neden? Bilgi eksikliğinden, kolay kolay da kabul etmediler. Halbuki doktorların açıklamaları vardı bu konuda.

Başka ne vardı o dönemde? Hatırlarsınız yine aynı yıllarda oldu. Tarih bölümünü bitirmiş, pırıl pırıl bir görme engellimiz, yine Ege Bölgesinde bir okulda tarih öğretmenliği yapıyordu. Bütün veliler ayağa kalktı “Görme engelli tarih öğretmeni istemeyiz” diye. Neden? Çünkü görme engellilerin yeterliliğinin ne olduğunu bilmedikleri için. Sanki görme gücünüzü kaybederseniz öğretme yeteneğinizi de kaybedermişsiniz gibi. Bu sadece genel olarak halkın gösterdiği bir tepki değil.

Bu alanın kurucusu ve de yeğeni olmaktan gurur duyduğum Mithat Enç, bizim Ankara Üniversitesinde Özel Eğitim Bölümü’nü kurduğunda, 1960’lı yıllarda, bir transkripti İngilizce’ye çevirdi. Kendisi üç dil biliyordu. İngilizce, Fransızca, Almanca ve de yurtdışında Phd yapan ender Türklerdendi. Phd, felsefe doktoru demek. İngilizce dışında iki dilden yeterlilik vermeniz gerekiyor. Amerika’ya doktoraya gidip gelenlerden birçoğunun doktorası Phd değil, eğitim doktorasıdır.

Neyse Mithat Enç Çevirisini yaptı, onayladı, imzasını attı. Çocuğun eline verdi ki dekanın mühür vurması lazım. O zaman dekanımız bir hukukçu, adı lazım değil, kendisi hala yaşıyor çünkü. Dedi ki “Hayır, olamaz, Mithat Hoca kör!” dedi, “Onun çevirisinin geçerliliği yoktur, gören birisinin onaylaması gerekir” dedi. Rahmetli profesör Suut Kemal Yetkin’e gittim, ağlamak üzereydim çünkü, “Hocaya gidersem çok rencide olacak”, “Tamam” dedi “Ben altını onaylarım”. Onun üstüne dekan, yapılmış olan çeviriye onay verdi. Bu sadece sıradan kişilerin değil, eğitimli kişilerin dahi yetersizlikten etkilenmiş kişilere olan iletişim eksiklerinden kaynaklanıyor.

İşverenler, kamu ya da özel kesim, onlar nasıl? Onlar da aynı, engelli istihdam etmek istemiyorlar.

1970’li yıllarda ilk kez bir gurup görme engelli çalışan üzerinde bir araştırma yaptık. Onları da işe yerleştirme konusunda. İşverenler diyorlardı ki “İş Kanunu’nun öngördüğü ceza neyse ben onu veririm, engelli çalıştırmam.” Yahu kardeşim bir tane al, para da verme, eğer memnun kalmazsan yol verirsin. Ve de birini zorla yerleştirdik. Bir süre sonra işverenler biz memnunuz dediler. Neden? Bir defa, yetersizlikten etkilemiş birey işi güç elde ettiği için o işin gerekleri neyse onu sonuna kadar yapıyor, kaytarmıyor. Ve de diğerleriyle güdülenme faklılığı oluyor. O nedenle bir süre sonra işverenlerin, gerekli düzenlemeler yapıldığı taktirde yetersizlikten etkilenmiş bireylerle çok iyi iletişim içersinde olduklarını gördük.

Bir oğlumuz vardı. Biz buna yerleri paspaslama becerisi öğretmiştik, bunu işe yerleştirmek istedik. Bir kuaföre gittik,  dedik ki “Bir oğlumuz var, bu gelecek, senden para istemiyoruz sadece yerlerin paspaslanmasına izin vermeni istiyoruz.”. “Hocam” dedi, “Bir yerini keser, falan, bir şey yapar”. Biz sadece paspas yapacağını söyledik. Kişisel ilişkiyle Bahçelievler’de bir kuaföre bu çocuğu yerleştirdik. Çocuk çok ciddi biçimde kuaförde yerleri paspaslamaya başladı. On beş gün sonra kuaför, çocuğa haftalık vereceğini, hatta sigorta yapacağını söyledi. Neden, diye sorduk,  “Bu çocuk geldiğinden beri verimimiz arttı, hiç kimse kaytaramıyor, kaytaran olunca onu örnek gösteriyorum” dedi.

 

Eğer bir kişiyi siz doğru biçimde istihdam ederseniz – yetersizlikten etkilenmiş olsun olmasın- siz ondan optimum verimi elde edersiniz.