Bağımsız Büro Sendikası

Sadece Üyesine Bağlı Bağımsız Sendika

BAĞIMSIZ BÜRO SEN ATATÜRK
ATATÜRK & BAĞIMSIZ BÜRO SEN
Konfederasyondan Haber

ENGELLİLERİ NASIL ALGILIYORUZ?

BASK engellileri-nasil-algiliyoruz

  Görüntülenme Sayısı: 1670

ENGELLİLER HAFTASINDA BÜYÜK SESSİZLİK SÜRÜYOR

Engelliler Haftası dolayısıyla geniş kapmalı etkinlikler beklerken İlgili kamu kurum ve kuruluşlarının yanında engelliler ile ilgili sivil toplum örgütleri de, bir kaç istisnanın dışında, sessizliğini koruyor.

Ne Cumhurbaşkanlığı, ne Başbakanlık resmi sitelerinde kuru bir demeç var. Siyasi partilerimizin de sesleri çıkmadı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ayrı bir alem.

Her 8 kişiden birinin engelli, herkesin engelli adayı olduğu bir ülkede, üstelik Engelliler Haftasında bu sessizliği anlamak mümkün değildir. Yani Devletin resmi rakamlarına göre  toplamda 10 milyona yakın engellinin görmezlikten gelinmesi akıl alacak iş değil.

Bu sessizliği ve vurdumduymazlığı kınadığımızı belirterek, yarından itibaren farkındalık için katkı sağlamaya devam edeceğimizi duyurmak istiyoruz..

  

SUÇLU DEĞİL ENGELLİ

Konfederasyonumuza bağlı Bağımsız Yapı-İmar Sen tarafından 2007 yılında yürütülen “SUÇLU DEĞİL, ENGELLİ” Projesi kapsamında gerçekleştirilen 8 ayrı farkındalık konferansından Ankara’da 25/04/2007 tarihinde yapılan açılış konferansında Proje Danışmanı ve akademik uzmanı  Sayın Prof. Dr. Ayşegül Ataman’ın geniş  kapsamlı konuşmasının “Engellilere Bakışımızda Tarihi Perspektif” başlıklı bölümünü, Hocamıza  saygılarımızla aşağıda sunuyoruz:

Prof. Dr. Ayşegül Ataman (Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Eğitim Bölüm Başkanı-Proje Danışmanı):

Projemiz için neden ‘Suçlu Değil, Engelli  başlığını seçtik, başlarken ondan bahsetmek istiyorum.

Suçlu Değil, Engelli. Adı, başlangıçta biraz itici gelebilir. Biliyorsunuz suç bireyseldir. Kişi toplumun koymuş olduğu kurallara uymadığında yasalarla, gerekli müeyyidelerle hakkında verilen hüküm yerine getirilir. Kimisi ceza evlerine gider, kimisi hak mahrumiyetine uğrar.

Buna benzer olarak da toplumumuzda engellilerin çeşitli hak mahrumiyetlerine maruz kaldığını biliyoruz. İşte bunun için projemizin adını “Suçlu Değil, Engelli” koyduk ki, engelliyi o gruptan ayıralım.

Çünkü bireyin kendi tercihi değil engelli olmak, bireyden kaynaklanan bir durum yok ortada, bireyin dışında gelişen ve gerçekleşen bir olayın sonucu olarak biz bireyi bir etiketle, engelli etiketiyle yaftalıyoruz. Ve o etiketin çağrıştırdığı muameleyi yapıyoruz..

Suçlu ne yapar? Kendinden kaynaklanan bir nedenle topluma karşı bir cürüm işlemiştir ve bunun karşılığında da bir etiket almıştır: Suçlu etiketi. Ve pek ortada görünmek istemez, içerlerde olur, saklıdır.

Engelli de aynı durumdadır.  Geçenlerde bir televizyon programında, konuşmacılardan biri görünebilirlikten bahsetti. Dedi ki, “Bizim gelişmiş ülkelerden en temel farklılığımız, engellilerin görünebilirliğinin çok az olmasıdır. Çünkü onlar evde oturmaktadır.”

ABD’den örnek verdi ve dedi ki “Gittiğiniz zaman engellileri orada sokakta görürsünüz, tiyatroda görürsünüz ve aklınıza şöyle bir soru gelir, ‘Yahu bir dünyanın engellisi Amerika Birleşik Devletleri’nde mi?’ Sonra döner ülkemize bakarsınız, ‘Oh ne güzel, güllük gülistanlık ortalıkta hiç engelli yok, demek ki benim ülkemde engelli yok’ dersiniz”.

HEPİMİZİN FARKLI ÖZELLİKLERİ VAR.

Hatırlayacaksınız, her yılın 10-16 Mayıs tarihleri arası Özürlüler Haftası olarak kutlanıyor. Çeşitli etkinlikler yapılıyor, engelli ürünleri sergileniyor, sosyal hizmetlerden örnekler veriliyor, herkes  yaptığını anlatmaya çalışıyor. Bu arada bir gazetenin hafta sonu ekinde bir iç mimarın engelliler için ev ortamının nasıl düzenleneceğine ilişkin tasarımları yer aldı. Onu okuyunca biraz rahatladım. Dedim ki, artık boyut özel eğitim alanından iç mimariye kadar atlamış. İç mimarlarımız tasarım yaparken, artık sadece ve sadece engeli olmayan, yetersizlikten etkilenmemiş bireyleri değil, o binayı kullanacak engellileri de düşünüp ona göre iç düzenlemeye gittiler ve proje oluşturuyorlar. Bu Türkiye’nin yapmış olduğu en önemli sıçramalardan birisidir,  çünkü artık engellileri öteki olarak algılamayan bir yaklaşım yerleşmeye başlıyor.

Şöyle düşünebilirsiniz: “Hiçbir problemimiz yok, engelliler kendi alemlerinde yaşıyorlar, etrafımda dolanmasınlar”. “Benim istediğim, etrafımda benden farklı kişileri görmemek”.

Eğer yetersizliğimiz yoksa, engelli değilsem ve de ailemde, yakın çevremde engelli bir birey de yoksa, genel olarak taşıdığımız mantık budur.

Farklı kişilerin farkına varmak. Farklılık hepimizde var, hiçbirimiz aynı değiliz. Hepimizi biz yapan temel özelliklerimiz, bizim bireysel farlılıklarımızdır.

Kimimizin boyu uzun, kimimiz şişman, kimimiz kısa boylu, kimimiz zeki, kimimiz daha az zeki, kimimiz şarkı söyler, kimimiz dans eder. Hepimizin farklı özellikleri var.

Bu farklılıklar bizi rahatsız etmez, çünkü bunlar normal sınırlar içinde olan farklılıklardır.

Ama bazı farklılıklar var ki bizi rahatsız eder.

Normal sınırlar içinde olan özellikler, yaklaşık (+1) standart sapma aralığında kalan alan içinde olan özelliklerdir.

Zaten hanımlar için bütün özellikler, boy hariç, hiç mesele değil. Çünkü, sağ olsun estetik cerrahi, bizi hemen biçime sokuyor. Demek ki farklılığı değiştirmek de elimizde. Ama standart sapma dışında bir özelliğiniz var ise, örneğin herkesin 180 cm olduğu bir toplumda ben 110 cm isem bu hemen dikkat çeker.

Ya da herkesin kıvırcık kızıl saçlı olduğu bir toplumda, benim düz siyah saçlı olmam hemen dikkati çeker.

İşte yetersizlikten etkilenmiş olan bireyin farklılıkları, bu iki örnekte verdiğim farklılıklar gibidir, bir bakışta gözlemeniz mümkün. Hangilerini gözlesiniz?

Görme engellileri gözleyebilirsiniz, karşıdan gelişinden, baston tutuşundan, kafasını yukarıya kaldırmasından, konuşurken sağa sola sallanmasından görülebilir bir yetersizlik grubudur.

Ortopedik engellileri gözlersiniz, tekerlekli sandalyeleri vardır, yürüteçleri vardır, bastonları vardır.

Ama işitme engelliyi iletişim kurmadan tespit edemezsiniz, konuşma engelliyi iletişim kurmadan tespit edemezsiniz. Duygusal bozukluğu olanları, suça yönelmiş olanları, otistik çocukları, hiper-aktif çocukları hemen fark edemezsiniz.  Fark edebilmeniz için  ne yapmanız lazım? Yaşantı kurmamız lazım. O zaman, görülebilir engel gruplarımız var, görülemeyen engel gruplarımız var.

Ve de –proje afişinde de dediği gibi- hepimiz birer engelli adayıyız, çünkü çukurlar var, içine insanlar düşüyor.

İzmir çevresinde beş kişilik bir aile çukura düşerek öldü gitti, etrafında herhangi bir uyarı levhası yok.

Ankara’da, metroyu beklerken metro kanalına düşen birçok görme engelli vatandaşımız var, sesli uyarıcı yok.

Neden böyleyiz biz, niye farklı davranıyoruz, niye engellileri görmek istemiyoruz ya da görmüyoruz?

İşte bu konferansların temel amacı, engellilerin toplumun bir parçası olduğu, birlikte yaşamamız gerektiği ve birlikte yaşamanın ilkeleri konusunda kamuoyunu bilgilendirmektir. O nedenle bu farkındalık konferansları yapılmaktadır.

ENGELLİLERİ NASIL ALGILIYORUZ?

Şimdi; “Engellileri nasıl algılıyoruz?” sorusuna tarihi perspektif içinde bakacak olursak, engellilere karşı eski toplumlardan günümüze kadar farklı tepkiler gösterildiğini görüyoruz. Bu tepkilerden bazıları bugün hala bizde devam ediyor.

Hemen parantez açarak belirtelim. Engellilerimiz, insanoğlu var olduğu sürece, başlangıçtan beri mevcut. Engellisi olmayan bir toplum düşünemiyoruz. Ancak engellilere karşı toplumların takınmış olduğu tavırların dönem dönem değiştiğini ve engellilerin değişik açılardan algılandığını söyleyebiliriz.

Ne olmuş eski toplumlarda?

Eski toplumlarda bireyin yaşaması topluma üretimine paralel olarak devam eden bir hak. Eğer siz topluma üretici olarak katılabiliyorsanız, toplum sizin yaşamanıza izin veriyor. Ama eğer üretici olarak katılamıyorsanız, bu durumda toplumun yaptığı şey, üretimi tıkayan, bir yerden bir yere gitmesine mani olan bireyleri yok etmek, ortadan kaldırmak olmuş.

Bunlar kimlerdir? Bir yerden bir yere gidilmesine mani olanlar veya üretim kapasitesi bir hayli düşük olanlar kimlerdir? Yaşlılar ve engellilerdir.

Eğer siz üretebiliyor, topluma ve üretime katkıda bulunabiliyorsanız yaşama hakkınız var.

Eski toplumlara baktığınızda, özellikle Eski Roma’da engelli doğan çocukların imhası yönünde bir uygulama olduğunu görüyoruz. Anne-baba diyor ki, “Benim çocuğum engelli!”, pazara gidiyor, bir sepet alıyor, bu sepete çocuğu koyuyor, ormana veya nehire bırakıyor.

Hatta rivayet olunur ki Roma’nın kurucuları Romus ve Romulus, böyle engelli doğmuş, ormana terk edilen ikizlerdir. Onları kurtlar beslemiş, büyütmüş. Daha sonra gelmişler, Roma’yı kurmuşlar. Ve bir yasa koymuşlar. Demişler ki “Anne babanın beyanı yetmez, iki tane de komşunun şahitliği gerekir”. İki komşu da derse ki “evet bu çocuk engelli”, o zaman çocuğun imhasına kara veriliyor. İmha dediğimiz de, öldürmüyorlar, tabiata terk ediyorlar.

Daha sonra eski toplumlarda, engellilerde doğaüstü güçlerin olduğu varsayılmaya başlanmış. O da nereye dayanıyor?

Biliyorsunuz eski toplumlarda, örneğin Eski Yunan’da birden fazla tanrı var. Zeus Olimpos  dağında oturur, etrafında bir yığın tanrılar vardır. Bu tanrıların temel özelliği nedir? İnsan gibilerdir; severler, nefret ederler, savaşırlar, aşık olurlar, her şeyi yaparlar ama tek bir farkları vardır insanlardan, ölümsüzdürler. Birbirlerini yok edemezler.  Tanrılar zaman zaman savaşırlar. Tanrılar arası savaşlarda galip olan tanrı, diğerini öldüremeyeceğine göre, mağlup olana bir zarar vermesi lazım. Ne yapıyor; yenilen tanrının kullarına zarar veriyor.

Eğer ben A tanrısıysam ve bir başka tanrıya yenilmiş isem, beni öldüremeyeceğine göre, benim kullarımdan olanlardan bazılarına bir şey yapması gerekir. Ne yapıyor örneğin? 

Galip tanrı, yenilen tanrının kullarına zarar veriyor, kimisinin gözünü alıyor, kimisinin işitme duyusunu, kimisinin herhangi bir organını, kimisinin aklını. Engelliliğin bundan kaynaklandığı sanılıyor Eski Yunan’da.

Tabii, sonra tanrılar barışıyorlar. Barışınca da iyi hoş da, “Biz falancanın gözlerini almıştık, filancanın işitmesini almıştık, onlar da ölümlü, o zaman biz bunlara doğaüstü güç verelim” demişler.

Bildiğiniz gibi ünlü Yunan edebiyatçı, İlyada ve Odessea’nın yazarı Homeros, iki gözü görmeyen bir kişidir. Rivayet olunur ki iki tanrı kavga etmiş, kendi tanrısı kaybettiği için öteki tanrı bunun gözlerini almıştır. Fakat daha sonra tanrılar barışınca olağanüstü yetenekler vermişler. Bu olağanüstü yetenekler, var olmayan bir altıncı duyu, olağanüstü his olarak algılanmaya başlanmıştır. 

Demek ki, Eski Yunan’ın engellilere bakışı bu. Ya olağanüstü güçleri nedeniyle korumaya alınmış veya surların dışına atılmış.

Günümüze geldiğimizde, muhtemelen o inancın da etkisiyle tüm körlerin çok iyi şarkı söylediğini sanıyoruz, her görme engellinin Metin Şentürk gibi iyi şarkıcı olabileceğini sanıyoruz.. Veyahut da belleklerinin çok iyi olduğunu, iyi birer hafız olabileceklerini sanıyoruz.

Tanışırız bir görme engelliyle, “Ben Ayşegül Ataman”. Altı ay sonra tekrar karşılaştığımızda “Ayşegül Hocam nasılsın?” deyince, “Vay canına, nasıl doğaüstü bir gücü var?” deriz. Halbuki görme engelli birey o, aklında tutma yeteneğini kullanmak zorundadır, çünkü görsel yeteneği zedelenmiştir. O zaman bunun kökü nereye gidiyor? Ta Eski Yunan çok tanrılı dinler dönemine gidiyor. Yoksa engellilerin doğaüstü güçleri yoktur.  Evet iyi şarkı söyleyeni var ama söyleyemeyeni de var.

Onlar da tıpkı engeli olmayanlar gibi  aynı yetenek ve yetersizliklerle doğmuşlardır. Ancak Sayın Başkanın da belirttiği gibi bazı organları zedelenme sonucu yetersizliğe uğramıştır.

Burada hemen bir parantez açalım. Sayın Başkan dedi ki, “Çok iyi bir komisyon kurduk, bu komisyonun görevi engellilere uygun işleri bulmak”. Artık öyle bir şey yok, engellilere uygun iş yok, yetersizliği olan bireyin yeterliliğine uygun iş var.

Eğer görme engelli, bilgisayar programcısı olduysa sizin ortamı öyle düzenlemeniz gerekiyor. “Sen görme engellisin, bilgisayar programcısı olamazsın, senin için A mesleğini seçtik” diye bir şey yok. O yaklaşım bilimsel gelişmelere aykırıdır.

Demek ki bizim temel görevimiz, engelli ya da engelsiz tüm bireyleri yetenekleri doğrultusunda eğitip, yetenekleri doğrultusunda istihdam etmektir.

Şimdi Eski Mısır’da ne yapılmış? Mısır’da görme engelliler forsa olarak kullanılırmış.

Çin’de görme engelli kızlar fahişe olarak kullanılmış. Yani toplumun aşağı gördüğü işler yaptırılmış.

Mesela Eskimolar, yaşlanan kişileri, yanına bir miktar erzak koyarak bir  buzulun üzerine terk ediyorlarmış, yaşarsa yaşar –ne kadar yaşarsa- , ya da kutup ayılarına yem olur.   Çünkü artık saçları ağarmış, gözleri iyi görmüyor, dişleri iyi kesmiyor, fok yakalayamıyor, dikiş dikemiyor. Yani üretime katkı yapmıyor.

Sonuç olarak, eski toplumlar engellileri ve yaşlıları toplumun safrası olarak görüyorlardı.

Eski Türk toplumunda engelli bireylerin sihirbazlık, otacılık, tedavi gibi özellikler ile donatıldığını görüyoruz. Yani onların toplum içinde bazı fonksiyonları yerine getirdiğini görüyoruz.

Ama bunların hepsi çok eskide kalmış uygulamalar.

Ne zaman bu durum değişmeye başlamış? Büyük dinlerle birlikte. Önce Musevilik, sonra Hıristiyanlık, sonra da İslamiyet, engellilere – sayın başkanın da belirttiği gibi- duygusal bir merhamet kaygısıyla yaklaşmaya başlamış. Eğer ben engelliye yardım edersem, engelliye bir şeyler verirsem, o zaman neyi garanti altına almış oluyorum? Öbür tarafta, cennette sırça köşkümü ayırmış oluyorum. Onun için Cuma günü Hacı Bayram’a gittiğinizde etrafta her zamankinden daha fazla engelli, dilenen kişi görürsünüz. Bunun sonucu olarak, “Çok şükür bende engel yok, başımın gözümün sadakası olsun, al sana para!” mantığıyla hareket ederiz.

Demek ki büyük dinler, engellilerin imhası değil, evler açılarak korunması gerektiği şeklinde bir anlayış geliştirdiler. Bu bütün dinlerde böyle olmuştur, sadece İslamiyet’te değil.

Haçlı seferleri sırasında Aslan Yürekli Richard vardı, bilirsiniz. Selahattin Eyyübi ile savaşır ve esir düşer. Eyyübi Britanya’dan fidye ister. Ve fidyenin geciktiği her gün için 10 Haçlı esirinin gözlerine mil çektirir. Fidyenin gelmesi gecikir ve bir çok haçlı esirinin gözlerine mil çekilir. Bunun üzerine Richard  İngiltere’ye dönerken, Fransa’da ilk kez görme engellilerin barınabileceği bir kurum inşa eder.

Engellilere yönelik asıl büyük açılım, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olmuştur.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının temel özellikleri, herhangi bir yetersizliği olamayan bireylerin topyekün cepheye gitmesidir. İnsanlar cepheye gitmiştir, özellikle de erkekler. Kadınlar, yaşlılar ve engelliler geride kalmış. Ama savaşan ordunun beslenmesi, silah ve cephane üretilmesi lazımdır. Bunu kim yapacak, geride kim kaldı? Bir; kadınlar; iki; engelliler kaldı. Bunlara yaşlıları da ekleyebiliriz.

Bu yüzden engelliler ve kadınların iş gücünden faydalanma özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. Özellikle Batı dünyasında kadının iş gücüne katılması ve engellilere sosyal hakların sağlanması kavramlarının 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı bir biçimde geliştiğini görüyoruz.

Biz ne yaptık? Aşağı yukarı Türkiye de o yıllarda bu yaklaşımdan etkilendi. 1950’li yıllardan itibaren özel eğitimin kurumsallaşmış olarak yapılandığını görüyoruz. Görme, işitme, ortopedik ve benzeri yetersizlik gruplarının ayrı eğitim kurumlarında eğitilmeleri yönünde çalışmalar başladığını görüyoruz.

Şöyle bir akım vardı: Yetersizliği olan kişiler bize benzemez. Bize benzemedikleri için bizimle olmaları gerekmiyor. Ama ben sosyal devletim, bunlara hizmet vermek istiyorum. O zaman bunlar için ayrı ayrı kurumlar açarım.

Türkiye bunu1950’den itibaren yapmaya başladı.1950’den de önce başladı, 1950’den sonra ayrım arttı.  Örneğin İzmir’de Körler ve Sağırlar Okulu kurulmuştur. Demişler ki, sağırlar görüyor, körler işitiyor. Biri ötekine göz, diğeri berikine kulak olsun. Ama kazın ayağı öyle olmamış. Büyük sorunlar yaşanmış. Ve 1950’lerde Milli Eğitim Bakanlığına devredilip ayrı okullar olmasına karar verilmiş.

Amerika’da Mc Kenzie isimli bir uzman engelli guruplarının her biri için ayrı ayrı kurumlar açılması gerektiğini Milli Eğitim Bakanlığına verdiği raporda  1952 yılında belirtmektedir.

Modern toplumlarda nasıl? Sayın Başkan da, Sayın Müsteşar yardımcısı da belirttiler, modern toplumda engelli-engelsiz diye ayrım söz konusu değil, böyle bir sınıflandırma yok. Toplumu; engellisi-engelsizi, genci-yaşlısı, kadını-erkeği ile bireyler oluşturuyor. Çünkü toplumsal hayat her çeşit bireyin oluşturduğu renkli bir potadır. Bu potanın tümüne eşit hakları sağladığınız takdirde, siz, gelişmiş olursunuz. Artık bir ülkenin gelişmişliği engelli bireylerine sağladığı imkanlar ölçüsünde değerlendirilmektedir.

Çok güzel yasalarımız var. Anayasamızda madde var engellilerle ilgili, dünyanın hiçbir anayasasında engellilerle ilişkin hüküm yoktur. Bizim 1960 Anayasamızda da, 1982 Anayasamızda da engellilerin eğitimiyle ilgili hüküm vardır. 1982 Anayasasının 61 inci maddesi şöyledir:

Devlet, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleriyle, malûl ve gazileri korur ve toplumda kendilerine yaraşır bir hayat seviyesi sağlar.

Devlet, sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır.

Yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir.

Devlet, korunmaya muhtaç çocukların topluma kazandırılması için her türlü tedbiri alır.

Bu amaçlarla gerekli teşkilat ve tesisleri kurar veya kurdurur.”

Anayasanın dışında başka bir yasaya gerek yoktur ama bizde bol miktarda mevzuat var.

Gümrükler mevzuatından tutun ticaret mevzuatına kadar ve en son da 2005’de çıkan Özürlüler Yasası’na kadar, bol miktarda yasal düzenlemelerimiz ve yönetmeliklerimiz var.

Peki biz ne diye toplanıyoruz, bu kadar yasamız var da bu çalışmalara ne gerek var?

Yasa yapmak tek başına bir işe yaramaz, önemli olan yasaların uygulanabilir hale getirilmesidir.

 

“BEN YETERSİZSEM, ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ Mİ YAKAR?

Neden bizde kimse çalışmıyor, neden kimse yetersizliği olan bireyler hakkında çok fazla bilgiye sahip değil?

Tek bildiğimiz şey, “Ben yetersizsem, ateş düştüğü yeri yakar” hesabı, benim ailem, yakın çevrem bundan yanar, komşularım bile bunun farkında olmayabilir. Yetersizliğe uğramış bir çocuğum olduğunu komşularım bile görmeyebilir, bilmeyebilir? Neden? Çünkü yetersizlik sonucu oluşan engel, bir etiket çağrıştırır, bağımlılık etiketi çağrıştırır. “Bunun çocuğu böyleyse, kendinde de bir şey vardır” derler.

Sayın Başkan çok güzel açıkladı, kalıtımsal nedenler. Onun dışında başka çocuğu varsa o çocukların da çevre tarafından etiketlenme tehlikesi vardır ve o sebeple engelli çocukların saklanması gerekir.

Şöyle bir örnek vereyim, yıllar önce Mithat Enç Görme Engelliler Okulu’nda görme engelli bir kızımız var, evine gidiyor, çok güzel geziyorlar yaz tatilinde, tekrar dönüyor, başarılı. Mezun oldu, ortaokulu bitirdi, liseye gitmesi lazım. Görme engelliler için 8. sınıfa kadar ayrı eğitim var, 8. sınıftan sonra normal liseye devam etmesi gerekiyor. Bizim kaynaştırma dediğimiz düzen. O sene bir ses seda çıkmadı, “Ne oldu?” dedik. Müdürle konuştuk. Hangi okula gidiyor, okuldaki durumu nasıl, uyum sağladı mı? Kendini çok iyi geliştirmiş bir kız çocuğu, matematiği de iyi. Babasını aramış, durumunu sormuşlar, “Okula göndermiyoruz” demiş. İyi de, “Niye göndermiyorsunuz?”, akademik yönü çok gelişmiş bir çocuk, üniversiteye de gidebilir, sınavı da yapabilir? “Küçük kardeşi de aynı liseye gidiyor, görme engelli ablasıyla aynı okula gitmek istemedi.” cevabını almışlar. “Ama çok iyilerdi, tatillere beraber gidiyorlardı, herhangi bir sorun görmedik biz sizde” demişler. O zaman başkaydı. Tatillerde birlikteydik, o okuluna dönüyordu. Küçük kardeşi de başka okuldaydı, büyüyüp aynı okula başlayınca, küçük kardeş kardeşi nedeniyle etiketlenmesin diye, küçük kardeş okulunu bitirene kadar engelli olanı okula göndermemek niyetindelermiş.

Bir iki sene evveldi, gazeteler, televizyonlar Karadeniz Bölgesi’ndeki dağ köylerinden birinde belinden ve ayağından ahıra zincirlenmiş çocukların görüntülerini gösterdi.

Niğde taraflarında akraba evliliği sebebiyle çocukları iki ayak üzerinde yürüyemeyen bir aile vardı, çocuklar dört ayak üzerinde yürüyorlar.

Engellilerin bir kısmını bize basın, televizyon gösteriyor. Ama büyük bir kısmını biz görmüyoruz, onlar saklanmış durumda.

Demek ki biz yetersizlikten etkilenmiş çocukların özellikleri konusunda aileler olarak da sınırlı bilgiye sahibiz.